Bu sefer hedefim Polonya'nın Krakov kenti. BudapeÅŸte'ye indiÄŸimde sebepsiz bir baÅŸaÄŸrım vardı. Krakov treninin kalkış saatine kadar, istasyona yakın bir parkta, biraz uyumak üzere kendimi çimlerin üzerine attım. Tam olarak ne kadar süre geçtiÄŸini bilmiyordum ama uyandığımda hain baÅŸ aÄŸrısından kurtulmuÅŸtum. Tranin kalkış saati 21.00 idi. Kalan süreyi deÄŸerlendirmek ve biraz açılmak üzere sempatik bir lokale girip bir kahve ısmarladım. Trenin kalkmasına az bir süre kalmıştı ki, bir gezginin başına gelebilecek en kötü olaylardan biriyle burun buruna geldim. Bana yıllardır vefalı bir yol arkadaşı, üçüncü bir göz olmuÅŸ, o çok sevdiÄŸim fotoÄŸraf makinemin yerinde yeller esiyordu. Bir süre, sanki bir faydası olacakmış gibi ne zaman çalınmış olabileceÄŸini düÅŸündüm... Bu haksızlıktı! Üstelik geziye çıkmamın esas amacı Krakov'da fotoÄŸraf çekmekti. Neyse, olan olmuÅŸtu, yolun bundan sonrasına onsuz devam etmek zorundaydım ve bir an önce trene yetiÅŸmeliydim. Üç günlük ömrü kalmış bir adamın yüz ifadesiyle trene bindim. "Hiç olmazsa kompartımanım rahat", gibi bir avuntum vardı. Güzel bir gece geçirdim. Gece boyunca sadece iki kez uyandırıldım, Slovakya ve Polonya sınırlarını geçerken!
Sabah dokuz civarında, anıt kent Krakov'un kasvetli ve karanlık yüzlü tren istasyonuna girdik. Krakov, Polonya kentlerinin en ÅŸatafatlı ve görkemlisi olarak kabul edilir. Hatta, "Krakov olmasaydı, Polonya tarih ve kültür bakımından kim bilir ne kadar yoksullaşırdı", bile derler. Krakov'un tarihi, 1000 yılında, Kral Cessur Boleslaw'ın, "Wawel Åžatosu ile Katedrali"ni inÅŸa ettirmesi ile baÅŸlıyor. 1241 yılında Orta Avrupa'yı sarsan MoÄŸol saldırılarından Krakov da nasibini alıyor. Kentin yeniden inÅŸaasında orta çağın klasik yapısı, satranç tahtası biçimi benimseniyor: Kral III. Sigismund tarafından baÅŸkentin VarÅŸova'ya taşınması, Krakov için bir gerileme döneminin de baÅŸlangıcı oluyor. 1655 ve 1702 yıllarında bu tarihi kent Kuzeyden gelen Ä°sveçlilerin saldırısına uÄŸruyor...
Her ÅŸeye raÄŸmen Krakov, 500 yıl boyunca Polonya'nın baÅŸkenti olmuÅŸ. Dünyanın ilk üniversitelerinden biri de 1364 yılında bu kentte kurulmuÅŸ. Ayrıca burası Avrupa'nın ve Polonya'nın en eski sanat ve mimari yapıtları hazinesi. Krakov, II. Dünya Savaşı'ndan zarar görmeden çıkmayı baÅŸarabilen nadir kentlerden biri. Aslında nazi genel valisi Hans Frank, kenti yerle bir edebilecek güçte bir mayınlama hazırlığı yaptırmış, ama sonra nedense vazgeçmiÅŸ. Belki de kentte yaÅŸanan bu kadar vahÅŸetten sonra insafa gelmiÅŸ olmalı…
Åžaşırtıcı dönüÅŸlerle kenti dolaÅŸan, bizim "Vistul" dediÄŸimiz Wisla nehri, iniÅŸli çıkışlı yollar; koca meydanların ve caddelerin yanı sıra daracık sokaklar ve köÅŸeler, Krakov'u daha bir güzelleÅŸtiriyor. "Krakov Pazar Meydanı" (Market Place), 200 x 200 metrekare boyutunda dev bir meydan. Söylenenlere göre, Avrupa'nın en büyük kent meydanıymış. Meydanın bir köÅŸesinde durup etrafa bakınca, ÅŸaşırıyor ve yoruluyor insan. Belki de boyutları ve mesafeleri daha az göstermek için meydanın ortasına "KumaÅŸçılar Binası" denilen sarı bir bina kondurulmuÅŸ. Ä°çinde birbirine benzeyen çok sayıda turistik maÄŸaza bulunuyor. Vitrinlerde çoÄŸunlukla kehribardan yapılmış kolye, bilezik, ve yüzükler göze çarpıyor. Bu büyük meydanın ortasından bir de kule fırlamış. Bu, yıkılan belediye binasının kulesi. Kulenin bodrum katının kiracısı ise bir ÅŸarapçı... Bu koca meydan bu kadarla da bitmiyor: Sevimli kahveler, deÄŸiÅŸik köÅŸelerde sergilenen gösteriler ve konserler, uçuÅŸan güvercinler, seyyar satıcılar, cıvıl cıvıl ve oldukça hareketli bir görünüm...
Pazar Meydanı'nın kenarında bir kilise var. Her saat başı, çan yerine trompet sesleri geliyor bu kiliseden. Trompet, bir ortaçaÄŸ ÅŸarkısı çalıyor: "Hejnal marjacki". Ama bu ÅŸarkı tam ortasında kesiliyor. Çünkü zamanında, bir Tatar savaÅŸçı ÅŸarkının tam ortasında trompetçiyi oku ile öldürmüÅŸ... Krakov'un Florianska adlı caddesinin bitiminde bir kale burcu var. 12 metre yarıçaplı burçta, dışarıya ateÅŸ edebilmek için yapılmış adet 130 tane mazgal aralığı bulunuyor.
Polonyalılar "Wawel Åžatosu" ile gurur duyuyor. Bu anıt grubu bir tepe üzerinde inÅŸa edilmiÅŸ. Tepeye tırmanırken bir "maÄŸara" görüyorsunuz. Bu bir canavar ini. Hani hain bir canavar tüm çevreye korku ve dehÅŸet salar ya, iÅŸte o aynı hikaye. Günün birinde Krak adlı kahraman bir prens çıkar ve bu canavarı öldürür. Bundan dolayıdır ki kent Krakov adını alır... Wawel Åžatosu veya Sarayı, Avrupa'nın en önemli yapıları arasında yer alıyor. Åžato, XVI. yüzyıl başında italyan mimarlarının katkısı ile yapılmış ve Rönesans mimarisini yansıtıyor. EÄŸer kalenin çevresinde ÅŸöyle bir tur atarsanız, Wisla Nehri'ni de tüm güzelliÄŸi ile seyredebilirsiniz. Åžatonun içinde, Kara Mustafa PaÅŸa'nın Viyana bozgununu anlatan büyük bir resimli halı var. Ne de olsa, Leh kralı Viyana'nın yardımına koÅŸmuÅŸtu...
Hitler rejiminin kurduÄŸu en büyük, en insafsız toplama kampları da Krakov yakınlarında, Osviecim'de bulunuyor: Spielberg'in "Schindler'in Listesi" adlı filmi ile tekrar gündeme gelen Auschwitz ve Birkenau. Dünya tarihinin en kanlı, en alçakça, en iÄŸrenç sayfalarının yazıldığı kampın kapısında ÅŸunlar yazılı: "1940 - 1945 yılları arasında, Hitler döneminin kurbanı olan dört milyon kiÅŸinin kahramanlık yeridir". DiÄŸer bir levhada ise, "Çalışmak özgürleÅŸtirir", yazıyor. Ama gerçek hiç de böyle olmadı. Yeni bir yaÅŸam umudu ve bavullar dolusu eÅŸyayla buraya doÄŸru yola çıkan binlerce Musevi, Çingene (Roman) ve bazı Polonya vatandaÅŸları, tıkıldıkları vagonlarda açlık ve havasızlıktan yolda öldü. "Ölüm Platformu" denilen Birkenau Ä°stasyonuna ulaÅŸmayı baÅŸarabilenler ise burada bir seçime tabi tutuldular. Çalışabilecek gücü olanları bir kenara ayırıp, diÄŸerlerini kayda bile geçirilmeden hemen yok ettiler. Bazıları ise, "Ölüm Duvarı" denilen ve bu gün çiçeklerle donatılmış olan duvarın dibinde kurÅŸuna dizildi, bazıları asıldı, büyük bir bölümü ise yıkanmak ümidiyle girdikleri odalara püskürtülen "Cylon B" gazı altında can verdiler. Krakov'da bulunan 65 bin Musevi, bu acımasız ve iÄŸrenç katliamlar sonucu tarihten silindi. Bazı esirler, -sözde- insanlığa hizmet etmek için tıp bilgilerini geliÅŸtirmek isteyen (!) Alman doktorların kobayı olarak kullanıldı. Bu amaç için de özellikle çocuklar seçilmiÅŸ...
Günümüzde Auschwitz ve Birkenau, Polonya Parlamentosu kararıyla Devlet Müzesi olarak korunuyor. Gelen ziyaretçiler, önce bir sinema salonuna alınıyor, Rus subaylarının kamplara girdiÄŸi zaman çektikleri filmler gösteriliyor. Ekranda bir çocuk görünüyor; ayağının üzerinde, yapılan aşılardan dolayı bölge bölge, deÄŸiÅŸik renklerde enfeksiyonlar oluÅŸmuÅŸ. Bu filmleri seyrettikçe, fotoÄŸraflara baktıkça, müzeleri gezdikçe insanlık adına utanç duymamak mümkün deÄŸil. Ä°nsanların yan yana, saman üzerinde yattıkları barakalar, gaz odaları, iÅŸkence tezgahları, elektrikli tel örgüler, ölüm duvarı, ceset yakma fırınları, toplu mezarlar, hepsi birer "utanç abidesi" olarak duruyor.
Bir barakaya giriyorum. Binlerce ayakkabı, binlerce bavul, binlerce gözlük, binlerce saç fırçası, bir köÅŸede altın diÅŸlerin söküldüÄŸü diÅŸçi odası... DoÄŸrusu Almanlar her ÅŸeyi deÄŸerlendirmiÅŸler ve bunları toplayıp Berlin'e göndermiÅŸler. Ben bunları düÅŸünürken, önümde Ä°srailli bir öÄŸrenci grubu yürüyor. Ellerindeki Ä°srail bayraklarını sallayarak marÅŸ söylüyorlar. Kim bilir kaçının büyük annesi, büyük babası burada bir hiç uÄŸruna öldürüldü. Barakaların duvarları baÅŸtan baÅŸa bu insanların vesikalık fotoÄŸraflarla örtülmüÅŸ...
Krakov yakınlarında Wieliczka adlı bir kasaba var. "Kraliyet kasabası" olarak tanınıyor. Bu kasabanın özelliÄŸi, dünyanın en eski tuz madenine sahip olması, bu tuz ocağı artık bir “müze”. Maden mühendisi olduÄŸum için dünyada ender görülebilecek bu tarihi ocak oldukça ilgimi çekti. Tam dört yüz yıldır burada kaya tuzu çıkarılıyor. Üretime artık ara vermiÅŸler. Devlete ait olan bu tuz ocağı yıllar boyunca dikkat çekmiÅŸ. Kopernik gibi bilim adamları, birçok kral ve kraliçe bu ocak içinde gezmiÅŸ. Hatta önemli ziyaretçiler için, kral ve kraliçenin süslü tahtırevanlarına benzeyen özel bir vagonet yapılmış. Zamanında, Polonya Krallığı'nın gelirinin üçte biri bu ocaklardan çıkarılan tuzlardan saÄŸlanırmış. Ocakların sahibi de “kralmış” elbette. Ä°ÅŸçiler, doÄŸal havalandırmalı bu ocaklarda çok kötü ÅŸartlar altında çalışırmış. Kesilen tuz bloklarının rahat taşınması için köÅŸeleri yuvarlatılırmış.
Bu zor ÅŸartlarda ölümler de kaçınılmaz tabii. Bu nedenle ocak içinde çok sayıda kilise inÅŸa edilmiÅŸ. Kiliselerdeki heykeller ise hep tuz kayasından yapılmış. Hele bir büyük kilise var ki, insan yer altında olduÄŸuna inanamıyor. Sadece Ä°sa'nın doÄŸumunu simgeleyen tuz heykelde potasyumklorür tuzu kullanılmış, çünkü rengi pembe. Bu tuz, Polonya'nın baÅŸka bir bölgesinden buraya getirilmiÅŸ. Ä°ÅŸin ilginç yanı, bu eserleri yapan ressamlar, heykeltraÅŸlar da hep ocakta çalışan iÅŸçiler.
Ocağın havası saÄŸlık için çok yararlıymış. Civardaki senatoryumda yatan hastalar, özellikle astımlılar her gün iki saat bu ocaÄŸa indiriliyor. Tevekkeli deÄŸil, burada çalışan -ve herhangi bir kazaya uÄŸramayan- madencilerin yaÅŸ ortalaması çok yüksek. Ziyaretçiler altı dolar ödeyerek, ocakta yaklaşık iki buçuk saat süren saÄŸlıklı bir yürüyüÅŸ yapabiliyorlar. Ocak içinde üç farklı kata iniyoruz ama bu süre içinde gezdiÄŸimiz bölüm, toplam ocağın ancak % 2'si. Madenin büyüklüÄŸünü siz tahmin edin artık. Tavan, taban, saÄŸ, sol, her taraf bembeyaz tuz. Öyle ki, mola sırasında içtiÄŸim kahve bile tuzlu (!) geldi bana...
Hazırlayan: Prof. Dr. Orhan KURAL
Türkiye Gezginler Kulübü Kurucu BaÅŸkanı